Dünya, kadınların kaderi söz konusu olduğunda acımasız bir laboratuvar gibi. Bir tarafta doğal afetler, savaşlar, göçler; diğer tarafta bunların yarattığı enkazın altında ezilen kadın hayatları. Geçtiğimiz aylarda Afganistan’da yaşanan deprem bunun en çarpıcı örneklerinden biri oldu. Yüzlerce kadın, enkazdan çıkarılabilecek durumda olmasına rağmen yardım alamadı. Erkek doktorların onlara dokunması “yasak”tı; kadın doktor yoktu çünkü yıllardır eğitim almaları engellenmişti. Bu ölümler, doğanın değil, sistemin cinayetiydi.

Dünyanın başka köşelerinde sahne farklı değil. Savaş bölgelerinde kadınların bedenleri, cephelerdeki kayıplardan bağımsız olarak hedef hâline geliyor. Sistematik cinsel şiddet, göç yollarında yaşanan sömürü, mülteci kamplarında uğranılan taciz… Kadın olmak, sadece savaşın değil, savaş sonrasının da en ağır bedelini ödemek anlamına geliyor.

Tüm bu çıplak gerçekler ortadayken, feminizmin ne olduğuna dair yanlış algılar hâlâ dolaşımda. Sosyal medyada pompalanan “kadına prenses muamelesi yapılmalı” söylemleri, meseleyi sahte bir romantizme sıkıştırıyor. Kapıların açılması, çiçeklerin verilmesi ya da birkaç nazik jest… Bunlar feminizmin tanımı olamaz. Çünkü feminizm, kadınların yaşama tutunabilmesidir. Sağlığa erişim, eğitime devam edebilme, sokakta güven içinde yürüyebilme, savaş ve felaketlerde insan onuruna yakışır biçimde korunabilmedir.

Ne var ki, dünyanın farklı köşelerinde yaşanan onca acıya rağmen, hâlâ feminizmi bir “konfor tartışması”na indirgeyen bir bakış açısı var. Oysa mesele konfor değil, varoluş. Afganistan’da kadın doktor yetiştirilmediği için ölen kadınlar, savaşta ganimet sayılan kadınlar, göç yollarında kaybolan kadınlar… İşte feminizmin gerçek gündemi budur.

Küresel Siyasetin Kadın Bedeni Üzerindeki Sessizliği

Bir yanda savaş çıkarıp silah ticaretiyle bölgeleri ateşe veren devletler, diğer yanda aynı ülkelerin temsilcileri lüks salonlarda “kadın hakları” konferansları düzenliyor. Birleşmiş Milletler kürsüsünde alkış toplayan nutuklarla Afganistan’daki kadının enkaz altında nefessiz kalması arasındaki uçurumu kimse sorgulamıyor. Küresel siyaset, kadın haklarını diplomatik bir süs olarak kullanıyor; somut adımlar ise ya atılmıyor ya da bilinçli biçimde erteleniyor.

Kadınlar savaşın da barışın da faturasını öderken, dünya liderlerinin kadın haklarını bir pazarlık aracı hâline getirmesi, işin en çıplak ve en acımasız gerçeğidir. Feminizmi gerçekten ciddiye almak, uluslararası kurumların yalnızca deklarasyon değil, bağlayıcı karar ve mekanizmalar üretmesiyle mümkündür.

Türkiye’nin tablosu ise çok farklı değil. Kadın cinayetleri hâlâ en yakıcı gündem. Mahkemelerde “kravat indirimi” adı altında verilen cezalar, katillere cesaret, kadınlara çaresizlik yüklüyor. Sığınma evleri yetersiz, sosyal destek mekanizmaları zayıf, şiddet mağdurları çoğu zaman sistemin içinde ikinci kez mağdur oluyor. Kadınlar hâlâ en temel hakları olan yaşam haklarını savunmak zorunda kalıyor.

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, bu ülkenin kadınlara verdiği en ağır mesajlardan biri oldu: “Sizi korumak bizim önceliğimiz değil.” Oysa Türkiye’de her gün bir kadın şiddete, tacize, cinayete kurban giderken, böylesi bir geri adım, feminizmin gerekliliğini her zamankinden daha görünür kılıyor.

Sosyal Medyanın Süslediği Yalan

Bugün feminizm, kimi çevrelerde sosyal medya “trend”i hâline getirilmiş durumda. Prenses masalları, çiçekli jestler, “like” uğruna üretilen sloganlar… Gerçeği görünmez kılan bu parlak kabuk, kadınların hayatta kalma mücadelesini küçültüyor. Oysa mesele jestler değil, haklar. Sosyal medyada cilalanan bu yapay feminizm, Afganistan’da, Afrika’da ya da Türkiye’de kanıyla mücadele eden kadınlara hiçbir şey kazandırmıyor.

Feminizm, en yalın haliyle, yaşam hakkıdır. Ne prenses muamelesi ne sosyal medya süsü, ne diplomatik nutuk. Kadının insan olarak var olma mücadelesi, bu kavramın tek ve gerçek tanımıdır. Afganistan’daki kadınla, Türkiye’de öldürülen kadınla, göç yolunda kaybolan kadınla aynı ortak talebi taşır: yaşamak.

Ve artık şu gerçeği kabul etmeliyiz: feminizmi hâlâ yüzeysel sloganlara sıkıştıran, sahte romantizmlerle küçülten herkes, kadınların sessiz yok oluşuna seyirci kalıyor. Oysa feminizm, kadınların “varım” diyebilme hakkıdır. Bu kadar yalın, bu kadar kesin.