Benimle yeni tanışan herkesin ilk söylediği cümlenin; “Senin yıkılması zor duvarların var.” olduğunu biliyor muydunuz? Tüm duygularını ulusal ve yerel basında filtresiz yazan bana söyleniyor bu cümle, evet doğru duydunuz. “Demek ki netlik her zaman istenileni yansıtmıyor.” dedim ve sebebini araştırmaya başladım.

“Bu kadar sosyal olmama rağmen, bu kadar geniş bir çevrem olmasına rağmen neden insanlarla tam bir bağ kuramıyorum?” diye hayıflanmak yerine kalktım yine, “Kendimi nasıl bundan arındırırım dedim?” ve bir bilene sordum. Yüce akademiye…

Bilim olmasa ne yapardım bilmiyorum? Çünkü kimseden aldığım akla kendimi ikna edemiyorum. Lütfen yanlış anlamayın ben sizden daha zekiyim diye değil…

Beni seven insanların objektif olamayacak kadar nahif olduğunu bildiğimden, güvenemiyorum. Sorun da bu ya güvensizlik…

Dışarıdan aşırı özgüvenli görünen bir güvensiz. Kafasında her şeyi kırk farklı senaryo ile yorumlayan bir şüpheci. Ya insanlar doğru söylemiyorsa?

Onlara asla doğru söyletemeyeceğinin farkında bile olmayan bir god complex…

“Dinler, yasalar, kurallar insanları yoluna sokamamış sen mi sokacaksın?” diyemeyen bir egoist belki de…

Sakin olun, hiçbiri değilim.

Sadece ben, kaygılı bir kaçınganım…

Yakınımdakilerle ilişkilerimi sağlam kurabilen ama onlar tarafından incitilmekten korkan bir insanım. O ukalalık sandığınız duvarlarım da yalnızca kendimi korumak için geliştirdiğim duygusal kalkanlarım.

Ben tek miyim hayır. Yetişkinlikten itibaren dört şekil bağlanma tipine giriyor insan ve tabii erken çocukluğun geçirilme şekline göre bu bağlanma stilleri de değişiyor. Örneğin bebeğin anne karnında annesiyle bağ kurduğu dönemin yedinci ay yani son trimester olduğunu düşünürsek yedi aylık doğan bir insanın ilk bağını kuramadığı bir dünyada sizinle bir anda samimiyet kurmasını beklemeyin. Nezaketen kurulan samimiyeti de lütfen o insanın güveni olarak yorumlamayın. Nezaket ve güven çok farklı iki kavramdır. Kimseye nezaketen borç vermezsiniz ama güven bağı oluşan insanlarla davalık olabilecek kadar alışverişte bulunabilirsiniz.

Güvenli bağlanmaya sahip kişiler aile ilişkilerinde daha doğal bir aile örüntüsü içinde büyüyen insanlar o yüzden de evlilikleri, ebeveynlikleri hep daha sağlıklı geçiyor diye altını çizmişler. Tabii bu çevresel faktörlerin de değerlendirildiği bir akademik makale değildi. Bu aile içerisindeki sürece istinaden yazıldığı için, güvenli bağlanma metoduyla sağlıklı yetişmiş canım arkadaşlarımın canını sıkan parazitlerin, kendi hastalıklı bağlanma şekillerinin onları nasıl etkilediğini maalesef adliye koridorlarında ya da kahve eşliğinde görebiliyorum.

Saplantılı bağlanma, tamamen ailesinden değer görmeyen kişilerle aranızda gelişiyor. “Annesi bunu eldivenle sevmiş.” dediklerimiz var ya hah onlara maruz kalıyoruz aslında. O gelgitler, aldatmalar, aldatmalarına rağmen hala sizden vazgeçmemeleri ta-ma-men değersizlik hissinden mütevellit bir olay. Konunun sizinle zerre alakası olmamasıyla birlikte, sizi de bir parçası haline dönüştürmesinin sebebi, bu dünyaya sırf üremek için çocuk getiren ebeveynlerin yarattığı lüzumsuz nüfusa katlanıyor olmamızla alakalı.

Kayıtsız bağlananlar ise başka bir modelle işe dahil olan tipler, kendilerini değerli hissetme ve sevilme konusunda kendilerine çok cömert davrananlar ama karşı tarafa hep menfi yaklaşanlar. Ey Narcissus ey tüm narsistlerin atası mecbur muydun göldeki bir yansımandan kendine bu denli âşık olmaya? Şimdi evrende herkesin kendisine âşık olduğu kanısında, erotomani yaşayan bir grup manyağın anlamsız hikayelerini dinliyoruz.

Kaygım kendime zararım kendime ama sürekli çevreme faydalı olmaktan sıkıldım ve bu sefer kendime yaramaya karar verdim.

Kurallara bayılırım, beni dinç tutarlar.

Korkumdan bu arada…

Dizginlenemez asi bir ruhla dünyaya gelip, başıma gelebilecekleri tahmin edebildiğimden kuralların da beni asiliğimden koruyacağını bildiğim için kendimi baskılıyorum.

Bu şahsen iyi mi kötü mü? Henüz bir ayrımını yapamadım. Ama ben de biraz korkudan hoşlanıyorum. Hem benden korkulmasından hem de içimde hafif bir korku olmasından.

Belki de bu yüzden çocukluğumdan beri, polisiye- gerilim, korku ve suç filmlerine, kitaplarına bu kadar bağımlıyım. Gerçek korkunun yakınımda değil de bir ekranda ya da bir kitabın yapraklarında olduğunu bilmek beni rahatlatıyor.

İçimdeki bağlanma korkusu da bu korku bağımlılığımdan geliyor olabilir diyordum ama, profesyonel destek alıp bunun üzerine araştırma yapmaya başlayınca bakıcımın kanserden, babamın kalp krizinden ölmesi gibi daha dünyevi sebeplerle travmatize olduğumu fark ettim.

Havalı bir fobim var sanıyordum meğer ben de her insan gibiymişim…

İşin şakası bir yana babamın ölümünün travması kadar doğal bir şey yok ama küçücük aklımla bakıcımla bu kadar bağ kurduğumu tahmin edemezdim.

Ama yazıklar olsun yani bir çocuğa da duble ölüm travması yaşatılmaz ya…

E ben şimdi nasıl bağ kuracağım Allah’ım?

İnsan elbette kaderini seçemiyor ama seçsem sanırım yine aynı benlikte, aynı ailede, aynı çevrede, belki biraz bazı olaylardaki utanç verici kararlarımı değiştirerek dünyayı gelmek isterdim.

Geriye dönüp kendimi değerlendirdiğimde hep içimde nefis bir orkestra bana eşlik eder. Ruhum öfori yaşar, Por una Cabeza çalar. 

Tabii ki bunun sebebi de sorunlarımın altından yokmuş gibi davranarak kalkma ve her şeyi espriye vurma çabamla alakalı. Üzgünsem ağlamam, sinirliysem ağlarım. Mutsuzsam daha çok şaka yaparım, dinginsem sadece dururum. Ki bu çok nadir başıma gelen bir şeydir.

Kaostan beslenen ruhların ortak sorunu, kontrolü kaybetme korkusu ama ölümüne de kontrolsüz yaşama bağımlılıkları.

Birileri şimdi bir yerlerde Venüs’ün ileri geri hareketlerine bağlar ama ben Bowlby’nin kuramında kendimi bulduğum için, özellikle de bir profesyonel yardımı ile bunu başarabildiğim için çok mutluyum.

Bunun üzerine gitmeye, kendimi bu konuda yapılandırmaya başladım. Sonuçlarını hep beraber görürüz umarım.

Eğer siz de kendinizde oturtamadığınız bir şeyler seziyorsanız, lütfen araştırmaktan ve yardım almaktan çekinmeyin bu kendinize yapacağınız en güzel yatırım olacaktır.

Ne demişler “ÖNCE KAOS SONRA KOZMOS” ama biz cosmos olarak alalım ve cosmopolitanlarımız eşliğinde gün batımını izleyelim. Yani elimizde kokteyllerimizle şu üç günlük dünyanın en güzel anlarını yaşayalım. Her zaman dediğim gibi geçen sene üzüldüğünüz herhangi bir şeyi hatırlamıyorsunuz. Sevindiklerinizi de…

O yüzden gözünüzde büyüttüğünüz her şeyin bir çözümü olduğunu ve bir süre sonra magazin değerini yitirdiğini unutmadan yaşayın.

Tekrar ediyorum, bu bir sonraki hayatınızın provası değil, kalkın ve o beyninizdeki büyük orkestranın şefi olun.

Belki bir gün Londra’da Kraliyet Salonunda çalarsınız…