Bazı diziler vardır; ekranlarda salınırken aslında hepimizin iç çamaşırına kadar soyunur. Sex and the City işte tam da böyle bir diziydi. Üstelik kimseyi "mükemmel kadın" yalanına boğmadan... New York'un arka sokaklarında dört kadın, kendi çapında devrim yapıyordu. O dört kadını ilk izlediğimizde belki kahkahalarla gülmüştük, belki de "ne saçmalık" demiştik. Oysa meğer, büyüyünce sırayla hepsinin içinden geçeceğimizi kimse bize söylememişti.

Carrie Bradshaw... Of, Carrie ya! İlk gençliğimizin fiyaskosu. Aşkı bir din gibi kutsadığımız, bir bakışı ömürlük nişan sandığımız o en budala zamanlarımızın yüz kızartan günahı. Carrie hep "aşkın peşinden koştuğunu" sandı, oysa kendi peşindeydi. Big dedikleri cüsseli boşlukla sürdürdüğü absürd ilişkinin her ayağında, biraz daha eksildi. Sevilmeyi "yakalanması gereken bir av", terk edilmeyi "kişisel gelişim malzemesi" sanıyordu. Kendine bile itiraf edemediği şey şuydu: Big ona hiçbir zaman tam olarak ait olmadı, o da bunu bildiği halde sevilme takıntısından vazgeçemedi. Yani gençliğimizin özeti: Bir mesaj beklerken iki kilo veren, bir bakışa şiir yazan zavallı hâlimiz.

Sonra Charlotte York sahneye çıktı. Masumiyetin satıldığı, mutluluğun bir katalog siparişi olduğu yaşlar... Charlotte’ta hepimiz biraz içimizi çektik: Beyaz atlı prens, güller, nişan yüzükleri, pastel tonlarda bebek odaları... Oysa hayat, Chanel katalogları gibi kokmuyor.
O, aşkı bir emlak yatırımı gibi görmek istedi: İyi aile, sağlam meslek, potansiyel bebek.
Anaçtı; sevdikçe yok oluyordu. Kendi yokluğunu, başkalarına varlık yaparak tamamlama çabasıydı Charlotte'un trajedisi. Biz de tam o yaşlarda "aşkın her yarayı iyileştireceğine" yeminler ettik, üstüne beş yıl terapi ücreti ödedik.

Ama gerçek hayat Miranda Hobbes gibi suratımıza tokat attı. Aşk mı? Bakkaldan alınan süt gibi: tarihi geçer, ekşir. Miranda para kazandı, unvanlar aldı, sevgilileri iş çıkışı ayaküstü selamladı. İşkolik olmak onun için bir seçenek değildi, hayatta kalma biçimiydi. Para? Para aşktı. Çünkü faturaları duygularla ödeyemiyorduk ve Miranda bunu herkesten önce fark etti.
Onun "soğukluğu" dedikleri şey, aslında şuydu: Ne prens kalmıştı ne beyaz at. Kendine güvenmek dışında yatırım yapılacak başka bir şey yoktu. Biz de Miranda'ya döndük; kariyer basamaklarını tırmanırken, yalnızlık basamaklarından kayıp düştük.

Ve sonunda... Samantha Jones.Dört kadının final formu. Kimseye eyvallahı olmayan, arzularını bastırmayan, yalnızlığını bile gösterişle taşıyan kadının ta kendisi. Samantha'nın gözünde aşk bir “ekstra”ydı, "olsa iyi olur" türünden bir detay. Kadınlığını toplumdan gizlemek bir yana, onu sahneye çıkardı, spot ışıklarının altına koydu ve kendi seyircisi oldu. O, "koca" lafını duyduğunda alerji atağı geçiren, bir erkeği kollarında tutmak için değil, keyfine bakmak için isteyen kadındı. Ve sonunda hepimiz Samantha’ya evriliyoruz: Hiç kimseye ihtiyacımız olmadığını geç de olsa anlıyoruz. Aşk mı? Güzel bir kokteyl gibi: Tadına bakılır, gerekirse bir daha istenmez. Önemli olan, kokteyli de, aşkı da kendi isteğinle seçmektir.

Sex and the City aslında benim gözümde bir süre sonra sadece bir dizi olmadı. O bizim jenerasyonumuzun içli, küstah, hayalperest ve arsız günah galerisi oldu. Carrie kadar saf, Charlotte kadar budala, Miranda kadar acımasız ve Samantha kadar umursamaz olduk.
Ve en sonunda, öğrendik: Hiçbir masal sonsuza dek sürmez. Ama doğru ayakkabıyı giydiysen, kendi hikâyeni en güzel sen yazarsın.

Cheers. Bu hayatta kimse bizim içimize sinmeden dans etmeyi başaramayacak. Çünkü bu pist bizim.