Son birkaç ayı özetlemek istesem bu cümle yeterli olurdu. İnsanların normal olan her olayı abartarak yaşadığı bu dönemde ufak bir eleştiri yapmak istesem bunu söylerdim. 

Gözlem yapmayı sevdiğim için, dinlediğim hikâye sayısı da gün geçtikçe artıyor. Hatta bazen “Neden bu kadar şey biliyorsun?” diyorum kendime. Ya kendilerini rahat hissettikleri için ya da kendilerini kaybetmek istedikleri için soluğu bir şekilde benim yanımda alıyorlar. Çünkü ben eleştiririm ama yargılamam. 
Her zaman da gururla aynı cümleyi sarf ederim. “Gözünde büyütme bu kadar”. 

Neden biliyor musunuz? Geçen sene üzüldüğüm, kendimi mahvettiğim hiçbir şeyin şu an esamesi okunmuyor. Keza aşırı mutlu olduğum anlar için de bu geçerli. Çok mutlu olduğum günleri ya da anları da bir o kadar hatırlamıyorum. Hayır hafızam zayıf değil. Anda yaşamayı seviyorum. O durum o an için geçerli diyorum ve konuyu iyi ya da kötü kendi içimde kapatıyorum. 

Uykularım kusursuzdur o yüzden. Yattığım gibi de uyanırım ve çok verimli uyurum. Çünkü ertesi günü yaşamaya hevesliyimdir. Ama bir şeyleri gözümde büyütmeye başlarsam o gün benim için kabir azabına döner. Anı kaçırırım. “Ya o süreyi daha iyi bir şey için değerlendirseydim?” der kendimi sorgularım ve ben ne zaman kendimi sorgulamaya başlarsam ufak bir depresyona “Merhaba” demiş olurum. 

Ortalama hayatı olan herkese söylediğim gibi “Depresyon zengin hastalığıdır.” Hayatınıza üç dört ay hatta belki daha uzun duraksamalar veremeyecek kadar sıradan işlerle ilgileniyorsanız ya da sabahları Emirgan’daki yalınızın bahçesinde, ipek sabahlığınız ve portakal suyunuzla kahvaltı yapıp ada vapuruna dalamıyorsanız kalkın ve mesaiye gidin. Çünkü hayat sosyal medyadaki illüzyonların aksine aslında çok gerçekçi bir şekilde akıp gidiyor. 

Bazen her anı olduğu gibi paylaştığımızı sandığımız o ekranlar, en iyi açıyı bulana kadar veremediğimiz pozlarla dolu. Yine burada da olayı gözümüzde büyütüyoruz ve en güzeli yansıtmaya çabalıyoruz. Asla buna karşı değilim. Kendi bunalımımı çekemezken insanların beni ilgilendirmeyen hayıflanmalarını da görmek istemiyorum. O yüzden en güzel fotoğrafları, en güzel yemekleri ve en çok eğlenenleri gördüğüm zaman mutlu oluyorum. 

“Aman nazar mı değer?” demiyorum. Hatta belki değiyor, omzuma mekânın balkonundan düşen içki şişesini, adamın sarhoşluğuna değil de öğlen koyduğum güzel fotoğrafa bağlıyorum ama yine anda kalmayı seçiyorum. 

Akışta kalırken kendi dönüşümümü de izliyorum. Başında da dedim ya ben nelere üzüldüm, nelere sevindim hatırlamıyorum diye bazen o dönem yaptıklarıma kendi hikayelerimden girip bakıp “Ne kadar hızlı geçmiş zaman!” ve “Haydi yenilerine Denocum…” diyorum.

Yola çıkmayı gözümde büyütmüyorum, darılmayı gözümde büyütmüyorum, birkaç kilo fazlamı gözümde büyütmüyorum, küslükleri, kırgınlıkları ve en önemlisi hırslarımı gözümde büyütmüyorum. Tam bir doğru ya da yanlış olmadığını fark ettiğimden beri kısa sürede yükselmeyi öğrendim. 

Büyük hatalar yapmamayı, kendimi durdurmayı tabii ki öğrenemedim. Çünkü insanoğlu pervasızdır ve bıkmadan söylüyorum “İnsanın olduğu yerde yaşanan hiçbir şey beni şaşırtmıyor.” O yüzden kendi aldığım kararları da yaptığım saçmalıkları da artık sorgulamamayı öğrendim. Bu tabii ki başkalarına zarar verme boyutuna ulaşacak seviyelere gelmiyor ama yaşananların ardında bir sebep-sonuç ilişkisi aramayı da bırakalı epey bir zaman oldu. 

Gözünde büyütmek, sorunlar için değil, keyifli anlar için de aynı şekilde gereksiz bir eylem. Serotonin sarhoşu olup, ertesi gün boşluğa düştüğünüzde içinizde cız eden o an var ya işte tamamen gözünde büyütmenin eseri. 

Kafayı her şeye taktığımız, gelecek kaygısına adadığımız kısacık hayatlarımız şu kadar kaos içinde yaşadığımız kadar derin mi? 

Anlık yaşadığımızı bildiğimiz halde, anda kalmayı öğrenememek bunca hırs, bunca öfke, bunca mutluluk o kadar yorucu ki…

Mutlu olmaya değil de iyi olmaya odaklanıyor olsak davranışlarımızın arasındaki uçurumu kontrol edebilecek kadar psikoloji-hayat dengesini de koruyabileceğiz. 
Ama retroya bağladığımız gerginlikler, ay tutulmasının yarattığı patlamalar ve milyonlarca yıl uzaktaki gezegenin doğduğumuz gün kaderimizi belirlediğine olan inancımız sayesinde yine suçu bir yerlere yıkabiliyoruz. 

Özünde iyi diye nitelendirdiğimiz her şeyin bir meyve olmasını temenni ediyorum. Çünkü dışına yansımayan bir güzelliğin kimsenin dikkatini çekmediğinin de hepimiz farkındayız. O yüzden ne Merkür’ün gerilemesi ne Ay’ın tutulması bizi ayakta tutacak. Temel sebebin Dünya’nın ayaklarımızın altından kayıp gitmemesi olduğunun farkına varmalıyız. 

Ne zaman ki kendi dünyamız ile bağımız koparsa bir şeyleri gözümüzde büyütüp, suçlayıcı olmaya başlıyoruz. Manevi ya da maddi kaynaklarla değil kendi içindeki kaynağın gücüyle bir noktaya getirdiğimiz, bunca senelik ömrümüzü bir anlığına nasıl değerlendireceğimiz aslında bizim ellerimizde.
İnsanın elinde böyle bir güç varken, gücünü aptalca şeylere harcaması ise tam manasıyla konuyu bilip uygulamaya geçemeyecek kadar öğrenme yetisi olmamasıyla alakalı. 

Yani teoride aldığımız her eğitim günlük hayatımızı kurtarırken, salondaki koltukta tavanı izlerken aklımızdan geçenleri kurgulama konusunda karanlık davranıyor. 
Aklımızdaki her düşünce birbirini deliler gibi kovalarken, biz huzurun içinde bile bir huzursuzluk arıyoruz çünkü o kadar alışmışız ki bir şeyleri fazla fazla yaşamaya o an az bulduğumuz şeyler yüzünden kendimiz bir bohemin içine bile isteye sokuyoruz. 

Huzur durağanlık değil, huzur kaosun da içinde…

Huzur bazen Chopin gibi, aynı bestede hem cıvıl cıvılsın hem diplerde. Dört mevsimsin ama zihnimiz zemheriyi seçiyor. Çünkü içimizdeki başarma arzusu bizi ılık bir bahar yağmurunda arabamızda unuttuğumuz montumuzu almaya değil, arabanın üstünde biriken karı küremeye zorluyor. 
En zoru başarma arzusu, kaosla beslenme dürtüsü bizi büyütüyor sanıyoruz oysa çoğu zaman farkında olmadan okyanusu geçip derede boğuluyoruz. Kudretli olmak zor savaşlar vermekten geçmiyor, bazen akıllı olup kenarından dolanarak bu süreci tamamlamak daha keyifli bile oluyor.  
Ruhumuza yüklediğimiz her ağır duygunun bir karşılığı olmak zorunda değil. 

Bazen ağır sorunları hafif yaralarla ya da yara almadan da atlatabiliriz. İlla bir savaşta ampute olmak zorunda değiliz. Hatta bazen ceketimizi alıp çıkmayı da öğrenmeliyiz…