Evlilik artık bir hedef değil, bir ihtimal. Üstelik çoğu zaman da ertelenen, sorgulanan ve çoğunlukla reddedilen bir ihtimal. Y kuşağı, yani 80'lerin sonu ile 90’ların ortasında doğanlar, evliliğe mesafeli. Hatta açık konuşmak gerekirse, zaman zaman alaycı.

Bu mesafenin sebeplerini yalnızca “modern hayatın dayatmaları”yla açıklamak kolaycılık olur. Elbette bireysellik, özgürlük arzusu, kentleşme, ekonomik zorluklar ve dijitalleşme gibi faktörler var. Ama mesele sadece dışsal değil. Y kuşağı, evliliğe içsel olarak da inancını yitirmiş görünüyor. Çünkü onların tanıklık ettiği evlilikler genellikle huzur değil, mücadele; aşk değil, alışkanlık; dayanışma değil, sabır ve sessizlik üzerine kuruluydu.

Birbirine “DM” ile ulaşan, “ghost” ederek ayrılan bir kuşağın, evliliğe bir masal gibi değil de bir taahhüt ve hatta bir tehdit gibi bakması aslında çok da şaşırtıcı değil. Bu kuşak, "birlikte yaşlanmak" fikrine romantizm değil, kaygı yüklüyor. Çünkü evlilik, hâlâ çoğu zaman bireyin değil, toplumun çizdiği sınırlar içinde tanımlanıyor.

Oysa özgürlük, bu kuşağın en değerli hazinesi. Hiçbir aidiyetin, hiçbir kimliğin, hatta aşkın bile kısıtlamasına tahammülü yok. Kendine ait bir odası olan ama o odaya kimseyi almak istemeyen bir yalnızlık biçimi bu. Konforlu, ama biraz da soğuk. Korunaklı, ama zamanla içten içe çürüten bir yalnızlık.

Elbette bu tercihler suç değil. Kimse yalnız olduğu için eksik ya da evli olduğu için tamamlanmış değil. Ancak şunu da sormadan geçemiyoruz: İnsan, bir başkasına rağmen değil, onunla güçlenemez mi? Evlilik, bir tarafın diğerini eritip yok ettiği bir düzen olmaktan çıkarsa, yeniden anlam kazanamaz mı?

Belki de evlilik, yeniden tanımlanmayı bekliyor. Klişeleri, rollerin eşitsizliğini, “kadın evi çeker, erkek dışarıda kazanır” ezberlerini yıkarak, birlikte büyümenin ve eşitliğin zemini haline gelirse, tekrar anlam kazanabilir. Çünkü evet, Y kuşağı evlilikte “başarısız” olabilir ama belki de başarısız oldukları şey, kendilerinden önceki jenerasyonların dayattığı evlilik biçimidir.

Belki de Y kuşağı evliliğe uzak değil; sadece dayatılan biçimine mesafeli. Kalıplaşmış rollerin, eşitsiz sorumlulukların, mutsuzlukta ısrarın reddi bu. Yeni bir evlilik tanımı arıyorlar; eşitlikten, dostluktan, gönüllülükten ve karşılıklı büyümeden beslenen bir birliktelik.

Ve belki de bu yüzden hâlâ bekliyorlar. Çünkü evlenmek için değil, gerçekten anlaşılmak, birlikte çoğalmak, birlikte var olmak için birini bulmayı umut ediyorlar.

Ama mesele sadece korku da değil. Mesele bir yandan da büyük bir özgürlük arayışı. Y kuşağının birey olma mücadelesi, çoğu zaman aidiyet ihtiyacını bastırıyor. Ve evlilik, aidiyetin en somut hali. Bu da onu, özgürlük fikriyle doğrudan çarpıştırıyor.

Ancak bu denklemde kaçırdığımız bir şey var: Evlilikten kaçmak, mutlaka mutluluğa çıkan bir yol değil. Tam tersine, bazen yalnızlığın ağırlaştığı, hayatın yükünü tek başına taşımaya çalışırken çökülen bir patikaya dönüşebiliyor. Çünkü özgürlük güzel ama paylaşım da bir ihtiyaç. Sadece kimse paylaşmak için kendinden vazgeçmek istemiyor.

Zaman değişti. Aşkın dili de evliliğin anlamı da dönüşüyor. Ama sevmenin, bağ kurmanın, birlikte yaş almanın o derin arzusu hâlâ içimizde bir yerlerde duruyor. Belki biraz daha sabırla, belki biraz daha cesaretle...

Ve evet, hâlâ mümkün: Hem özgür kalmak hem birlikte olmak. Yeter ki kimse, bir başkasının hayatını susturarak kendi hayatını kurmaya çalışmasın.